• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Üyelik Girişi
ANI ÖYKÜLERİM

KARS

(Kasım 1979)
Kars’a vardığımızda saat sabaha karşı üçtü.

İstasyonun geniş salonu önce sıcacık geldi. İçinde yorgan olan çuvala yaslanıp uyuma isteğim karşı konulmaz şekildeydi. Kendimden geçerken üşüdüğümü hissettim. Babalarımız da aynı kanaatte olacaklar ki, çarşıda bir otele gitmeye karar verildi.

Gecenin dördünde doluştuk at arabasına. Donuyoruz. Tepemizde tüm ihtişamıyla parlayan Ay, ışık değil, soğuk sağıyor üstümüze sanki.

Atların boynundan çıkardığı saman torbasına oturmuş, atları kırbacıyla usul usul ve devamlı dehleyen arabacı, kayıtsız, hareketsiz, dudakları arasından hiç almadığı sigarasını nefesliyor sürekli.

Üşümüyor besbelli.

Karlar altındaki şehir, gece aydınlığındaki ovada donmuş adeta. Kıpırtısız ve sessiz. Kenar mahallelerde çatısız toprak damlı evler neredeyse silik ve belirsiz. Şehir merkezine girdikçe belirginleşen iki üç katlı taş binalar, tablo görüntüsündeler. Sanki cetvelle çizilmiş caddeler ve caddelerin iki yanında uzayan, alışık olmadığımız ölçüde geniş kaldırımlar.

“Otel Aydın ve Gazinosu” önünde duruyoruz. Arabacı sakin, iniyor at arabasından. Camı tıklatıyor kamçısıyla. Oteli anladık da gazino neyin nesi! Bu adam neden bizi buraya getirdi. Bir de iki bayan var hani. Gazinoluk bir tip de yok bizde. Uykulu bir genç açıyor camlı geniş demir kapıyı. İçeri giriyoruz. Gazino değil bir kahvehane burası. Kahvehaneye açılan dar kapıdan geçip merdivenlere ulaşıyoruz. Katlarda odaların açıldığı salonlardaki büyük kömür sobaları hala sıcak. Bu salona açılan boş odalara girip, yataklara ulaşamadan uyuma moduna geçiyoruz. Uykuda yitiyoruz...

***

Sabah, yorganın dışında kalan elimin, kolumun ve kafamın donduğu hissiyle uyanıyorum. Penceredeki perdeler kömür karası. Oraya takıldığından beri yıkanmamışlar besbelli. Bu karanlık, kalın perdelerin arkasında buzlanmış kirli camlar. Battaniyelerin içine konulduğu ve yorgan niyetine örtündüğümüz nevresimler grileşmişler. Nevresimlerin orasından burasından dışarı taşan battaniyeler, iğrenç bir koku ve görüntü yayıyorlar. Duvarların rengi belirsiz. Krem rengi olduğu anlaşılan kapılar, çizik, yer yer boyaları kavlamış. Alüminyum kapı kolları aşağı doğru sarkmış, çalışmıyor. Mozaik olan taban döşemesinde mozayiğin beyazından eser yok. Her yere kirli bir grilik hakim.

Dar merdivenlerden aşağı inip, kahvehaneye açılan kapıdan içeri girdim. İnsanın nefesini kesen bir sigara kokusu karşılıyor beni. Kahvehanenin ortasında ateşten gövdesi kırmızılaşmış sobanın yanı başında yol arkadaşım “Y…”, tek başına oturuyor. Sobanın kırmızılığı onun da yüzüne vurmuş. Beni görünce okuduğu “Gerillanın El Kitabı”nı dizlerine indirdi.

Biz gençler, devletin, zenginler ya da kapitalistler lehine halkı yoksulaştırdığını düşündük hep. Devlet, bize göre işverenin yani kapitalistin, yani sermayenin çıkarlarına korumak için vardı. Öyleyse devleti, yoksul halkın devleti yapmak için ele geçirmek gerekiyordu. Tabi devlet de sistemini korumak adına biz gençleri rejim için bir tehdit olarak görüyordu. Halkı yoksullaştıran düzen karşısında örgütlenen gençleri tespit edebilmek için “bizden biriymiş” gibi davranan ajanların, sivil polislerin aramıza sokulduğundan hep kuşku duyduk.

“Siz çıldırdınız mı Y… Hanım? Böyle bir yerde bu kitabı nasıl okursunuz?

Ortalık sivil polis kaynıyordur. Yapma bunu.”

“ Ama,” dedi, “Kars’a devrimciler hakim ya hani. Devrimci olduğumuzu anlasınlar da zararları dokunmasın diye okuyorum.”

“Hoca Hanım, siz Kars’taki örgütten korunalım derken, bu sefer sivil polislerin hedefi olursunuz. Buna hiç gerek yok.”

Hoca Hanım haklı olduğumu söyledi ve kitabı sakladı.

***

İhtişamlı olduğunu, ancak şehrin tarihi mimarisi ile uyuşmadığını düşündüğüm vilayet binasında bulunan Milli Eğitim Müdürlüğü’ne giderek, görev yerlerimizi öğrendik.

İçlerinde en şansızı benmişim. Digor’dan daha kötü bir kura çekilemezmiş güya. Kimse bize net bir şey söylemiyor.

Amasya’dan beraber geldiğimiz yol arkadaşlarımızdan ayrıldık. İki bayan arkadaşım da bir ilçenin aynı köyüne atanmışlar. Çok mutluydular. Onları bir daha hiç görmedim.

***

Ertesi gün babamla Digor’a gittik. Önce Kars’ın doğusuna doğru, zirvesinde televizyon vericisi bulunan bir dağa tırmandık. Sonra tekrar küçücük bir düzlüğe indik. Düzlüğün tam ortasında Pazarcık nahiyesi var. İçinden yine doğuya doğru direk geçiyoruz. Düzlüğün bitiminde tekrar aşağılara, daha büyük bir düzlüğe inmeye başlıyoruz. Nihayet bir dere yatağına iniyoruz. Dere yatağı birden ovaya açılıyor ta Sovyet sınırına kadar uzanan. Digor, dere yatağının bitip, ovanın başladığı yerde kurulmuş. Kısacık bir caddenin sonunda kaymakamlık binası. Tüm müdürlükler bu binanın içinde.İki katlı hükümet konağı, okullar ve askeri binalar dışında betonarme bina yok. Hep tek katlı toprak damlı evler.

Göreve başlama yazımızı alıp, Kars’a geri dönmek için tekrar araç beklemeye başlıyoruz. İlçenin Kars çıkışında bir viraj var. İnsanlar hep oraya yığılmışlar. Araç bekliyorlar. Araçlar hiç durmadan yolcu taşıyor. Dinlediklerimizden değil, gördüklerimizden anlıyoruz ki asker uğurlaması yapılıyor. Pek çetin bir mücadeleden sonra arabalardan birine binmeyi başarıyoruz.

Digor’dan sonra tekrar Kars…

Tam bir güven yurdu.

Fırtınadan koruyan sakin bir liman.

Böyle hissetmemin nedenini bilemiyorum… 

(Kasım 1979)

Hava Durumu
Saat