• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Üyelik Girişi
ANI ÖYKÜLERİM

ORTAOKUL YILLARIM

07 Temmuz 2011

Güneydeki Boğalı Dağı’ndan doğan ve kasabamızı tam ortadan ikiye bölen  çayın kenarındaydı ortaokulumuz. Kasabamızın mahallelerinden gelen yolların kesiştiği meydanda. Camimizin tam karşısında. 

Eski, tek katlı, ahşap,  çardağı olan ve sevimli.. 

Kasabamıza ortaokul açılmadan önce, muhtarlık, köy odası, kahvehane görevi görürdü. Kasabanın kalbinin attığı yerdi. Geçmişinin, o günün ve geleceğinin konuşulduğu bir mekan. 

Kasabanın akil adamlarının uğrağıydı. Akil adamlar… Saygı gören, saygı duyulan… Kasabanın bürokratları havasındaydılar. Otoriter, bilgili, öngörü sahibi… Politiktiler… 

Yerleşik olana karşı bir muhaliflikleri vardı. Kasabanın aydınlanmacılarıydılar adeta.  Mevcut olana, geleneksel olana eleştirel yaklaşan. 

Dine dair bazı düşüncelerin ya da davranışların aslında birer hurafe olduğunu da iddia eden tiplerdi. İşte böyle bir mekanda, ortalama dindarlara göre aykırı düşünenlerin arasında geçti benim çocukluğum. 

Beni bu mekana dahil eden şey, çocukluğumun o sevimli binasındaki dükkândı… kasabanın bakkalı… babamın… bizim… 

*** 

Önündeki salkım saçak dut ağacının gölgeliğinde çocukluğumu büyüttüğüm bu sevimli bina, kasabamıza ortaokul açılmasıyla birlikte okula dönüştürüldü. Bakkalımız hala bu binadaydı.

Okulu olan bir bakkalımız vardı…

Bakkalı olan bir okul… 

İlk öğrencileriydik okulun. Topu topu  on dokuz kişi. Tek sınıflı bir okul…  Öğrenci kütük defterinin 2. sayfasına kaydolmuştum. Okul numaram da 2′ydi. 

*** 

Biz çocukların dünyasında bir devrim yaşanıyordu. Analarımızın diktiği beli ve paçası lastikli donlardan sonra ilk defa ütülü pantolonumuz olmuştu. Ve ceketimiz… yani takım elbisemiz…  beyaz yakalı gömleğimiz… ve kravat…  ne müthiş sihirdi…  

Ay-yıldız armalı şapkalarımız… lacivert… askercesine… olmadığında azar işittiğimiz… tokat yediğimiz… 

*** 

Fen bilgisi öğretmenimiz… 

Hem müdürümüz, hem fen bilgisi öğretmenimizdi. Kasabamızın çocuğuydu. Hem çok yakındı bize, hem çok ulaşılmaz.  Sesi içinde saklıydı sanki… gizemli, rahatsız etmeyen, yumuşacık…

Anlatma-öğretme yeteneği üst düzeydeydi. Anlattığına resimlerle tahtada adeta hayat verirdi. Bilgiyi canlandırırdı. Sonra kısa bir özet. Anlamamak mümkün değil.  

*** 

Matematik öğretmenimiz… 

Aslında fen bilgisi öğretmeniydi. Fen bilgisi derslerine okul müdürü girdiği için kendisi de matematik dersimize giriyordu diye hatırlıyorum.

Zayıf  bir beden, narin, kırılgan… İncecik boynu,  üzerindeki kafasını kocaman gösteriyordu.

Koyu siyah saçları uzun, tel tel, kalın ve  sert, hep geriye doğru taralı. 

Kalın, gür kaşları altındaki göz çukurlukları derinlikleriyle dikkat çekici. 

Hep ciddi, gülmeyen bir yüz… anlamsız, cesaret vermeyen…

Nasıl da uzaktı bize… biz nasıl da uzaktık kendisine… 

Hatırladığım en hareketli sahne, Celal’le girdiği tartışmaydı. Heyecanlı ve uyanık tutan…

“Madde yoktan var olur muydu? Olmaz mıydı?” 

Hayretler içinde kalmıştık! Hayran kalmıştık Celal’e… 

Bir öğretmenin bilim adına savunduğu fikri yanlışlamaya kalkışmak, çürütmeye yeltenmek nasıl bir cüretkarlıktı, kendine güvendi!.. 

“Allah, her şeyi yoktan var etmiştir.” diyordu.

Yani hiç bir şey yokken… Kainat yokken…  

“Çünkü Yaratıcı olandır O.” demişti.  

Yaratıcı…

Yani var edici…

Yoktan… 

Hocamız da bunun mümkün olmadığını söylüyordu.  Böyle söylerken de dini yalanlıyordu… Celal’e göre… bize göre de… 

“Pozitivizm” lafını ilk Celal’den duymuştuk.  Sözcüğe yaptığı vurgu alaycıydı. Din dışılığa, dinsizliğe tekabül ediyordu. 

Şunu belirtmeliyim ki  hocamız, Celal’in hitabeti karşısında zorlansa da  nezaketinden hiç bir şey yitirmeden, Celal’i ve söylediklerin önemsediğini hissettirerek dinledi hep ve karşı çıktı sadece..!

Bugün de ben şuna inanıyorum iman ediyorum ki, Allah  yoktan var edendir. Var edenin yok etme gücü da vardır.

Buradaki temel yanlış şuydu belki, hocamız, “yaratılmış olanın” yasaları üzerinden bunu söylüyordu.

Yaratanın koymuş olduğu yasadan söz ediyorum. Yani “maddenin korunumundan.”
Bu yasa, bilimin var ettiği bir yasa değildir. Bilim sadece bu yasayı keşfetmiştir…var olanı… yaratılmış olanı…
Maddenin yoktan var edilmesi ya da varken yok edilmesi maddi alemin, yaratılmışın, yani insanın işi değildir.
Yok etmek ya da var etmek tanrısal bir tasarruftur… Tanrı için söz konusudur bu…

Keşke diyorum, cumhuriyetin aydınları böyle açıklayabilselerdi olayı.
Yani dinin içinde kalarak… “halkının içinde kalarak… dindar halkın içinde…

Elbette ki insanların “inanmama” özgürlükleri de vardır.
Yani Tanrı’yı reddederek de yapabilirler bu açıklamayı.
Bu da onları sadece “dine karşı” yapar.
Kendilerine böyle söylendiğinde de alınmazlar, alınmamalılar…

 ***  

Celal, en büyüğümüzdü.  Abimizdi… 

Nerdeyse askerlik çağı gelmişti.

İlkokuldan sonra Kur’an kurslarında yıllarını geçirmiş bir “hatip”ti.  

Sanırım bizim kasabanın camiinde bir cuma vaazı da vermişti. Fen bilgisi öğretmeniyle girilen tartışmanın nedeni de bu vaazdı sanki… 

Ataları mübadelede gelmişler. Yani muhacir… Muhacirler dindardılar. Yaşamlarında dine vurguları daha fazlaydı en azından. Ve geleneksel olarak bizim kasabanın aksine hep sağdaki muhafazakar partilere oy verirdiler. Özellikle de DP ve devamı partilere… 

Üç arkadaş bizim mahalleden küçük bir oda kiralamışlardı.

Celal’le birlikte kalan Kerim Temür, ateşli bir ülkücüydü. Daha o yaşta, 13 – 14 yaşlarında…  bayramlarda kendi yazdığı şiirleri okurdu hep.

***

Fransızca dersimize cami imamı giriyordu. Hiç bir şey öğrenemiyorduk.

“Sandalye”nin Fransızca’sını her derste farklı  telaffuz ederdi. Hiç unutmadığım bir ayrıntıdır bu…

İmamın, kasabamız karakolunun bahçesinde askerlerle voleybol oynaması nasıl da yadırganmıştı yaşlı dindarlar tarafından. Top oynamanın günah olduğuna dair dini bir algı vardı ve oldukça güçlüydü…

Ama gençler, imamın “ilerici” “aydın” olduğuna inanmışlardı. Zira geleneğin dışına çıkmıştı imam. Kalıpların dışına… alışılmışın…

Sanırım biz çocuklar, öğrenciler, hatta biraz da gençler, daha hoş görülü bir din istiyorduk… daha müsamahakar… 

O yüzden imam bize daha sempatik geliyordu.  Anlattıklarının daha gerçek, yani daha  sahici olduğuna inanmak istiyorduk.  

O dönemdeki  öğretmenlerimizle imam arasında bir fark vardı. Gözden kaçan bir ayrıntı… ve fakat çok temel… çok ayırt edici…

Öğretmenlerimiz, yaşlılarımızın anlattığı dine  karşıydılar. Gerici buluyorlardı, dışındaydılar o dinin. karşısında… dedelerimizin ve ninelerimizin de… 

Bazıları samimiyetin verdiği bir güvenle şakaya getirip yüzlerine vuruyorlardı “gericiliklerini…” “çağdışı” kalmışlıklarını da…!

“Cumhuriyetçi aydınlanmacılık,” dinin yerine ikame edilmiş bir dindi adeta. Bir alternatif…  dine karşı… Dinin ya da geleneğin yerine inşa edilmiş bir “modern çağ” dini!

Bir öğretmenimizin babamla yaptığı tartışma hala tazeliğini korur hafızamda…

Babam: “Önce Müslüman’ım, sonra Türk’üm.” diyordu.

Öğretmen de: “Hayır önce Türk’sün, sonra Müslümansın.” diyordu.

Öğretmen, seküler olanı merkeze alıyor, dini olanı öteliyordu… 

***   

İmam ise içindeydi hem dinin, hem geleneğin. İçinde kalarak yanlışı gösteriyordu. Top oynayarak.  Gençlerle maç yaparak…

Karşısında durarak değil, içinde kalarak yanlış anlamaları, yanlış inançları açığa çıkarmak gerekiyordu.

İmam hem yaşlı dindarların ve dindarların inanç dünyalarının içindeydi… hem dindarların anlattıkları dinin karşısında olanların içindeydi.

İmamda gençlerin bir karşılığı vardı. Yaşlı ihtiyarların da…

***

İlk yıl okulumuza üç trampet alınmıştı. İlk kez görüyorduk trampeti. Üç trampetten birini ben çalacaktım ortaokulu bitirene kadar.

Cumhuriyetin kuruluşunun 50. yılı nedeniyle yurt genelinde büyük kutlama hazırlıkları yapılıyordu. Kasabamızda da tabii.

Kendilerini sırf cumhuriyetçi ideoloji üzerinden tarif eden öğretmenlerimiz için de çok önemliydi bu kutlamalar. Yoğun provalar yapıyorduk.

Bir cuma günü provamız tam da cuma namazına denk düşmüştü.

Anadolu geleneğinde cami çevrelerinde, mezarlık yakınlarında, kutsal sayılan yerlerde davul-zurna gibi çalgılar susar, çalmaz. Bu, kutsal olana saygıdır.

O gün kasabamızdaki ilk ve ortaokul öğrencileri, caminin önündeki ortaokulun bahçesinde toplandık. Davul-zurna ve trampet sesleri birbirine karıştı.

Bir uğultu  köy meydanında… Cuma için toplanmış halk, bizi izliyor. Yüzlerinde tebessüm…

Milli bayramlarda, davul-zurnanın çaldığı mehter marşları eşliğinde,  ellerimizde bayraklarla kasabanın ana yollarından geçer, çıktığımız meydana geri döner, bayramımızı yapardık. 

O gün de aynı şekilde kasabanın ana yollarından geçip, çıktığımız meydana geri dönmüştük. Okulumuzun önüne… caminin… 

Camiye yaklaşırken alışkanlık gereği trampetleri susturduk. En arkada davul-zurna da…

Ancak öğretmenlerimizin beklenmedik tepkisiyle karşılaşmıştık. Trampetleri çalmamız adeta emredildi…   

“Ama cami!..” 

“Cuma namazı!..”

Yine azarladılar. “Çalın!” dediler.

Çaldık…

Biraz sonra camiden çıkan halk dağılmadı. Toplandılar meydanın başına. Düşmüş suratlarda delici bakışlar!..  Bağırmaya başladılar öğretmenlere. Üzerlerine yürüdüler. Silahlarının ucuna süngülerini takmış askerler yetiştiler öğretmenlerin imdadına. Büyük bir facia önlenmişti belki de…

Öğretmenlerimizin böyle davranışlarının nedeni ideolojik duruşlarıydı. Buradan hareketle, yaşam biçimimizi belirleyen cumhuriyetti. Din değil.

Trampetin nerede çalınıp çalınmayacağı bir “cumhuriyet gerçekliği”ydi.

Dinin buradaki sınırlayıcılığı kabul edilemezdi onlara göre.

Aksi takdirde rejim tehlikeye düşerdi!..

Trampet seküler olandı. Bu dünyaya tekabül ediyordu.

Oysa din, dünya ötesiydi ve imanın konusuydu.

İnsanların düşüncesinde, içinde var olandı ve sadece orada, yani düşüncede var olmaya devam etmeliydi!

***

İkinci sınıfa geçtiğimizde okulumuza iki branşçı öğretmen daha vermişlerdi.  

Türkçe öğretmenimiz…  

Okulumuzun hazırladığı bir geceye Şeyh Şamil oyununu çıkarmıştı.

Ekip üyelerinden biriydim.

Başımızda kalpaklar, üzerimizde uzun siyah elbiseler, göğsümüzde fişeklikler…  

Bir başka Türklük’le temas ettirmişti bizi. Bizden uzaktaki Türkler’le… Zulüm altında olan… Kafkasya’da…   

Oysa bütün Türkler özgürdü bize göre.   

Özgür olmalıydılar yani. Cumhuriyetin Türklük vurgusu böyle bir şeydi.   

“Ya İstiklal Ya Ölüm” dememiş miydi Atatürk?   

Oyunun figürlerindeki sertlik, Türkler’in kimliklerine gönderme yapıyordu .

Türkçe hocamızın bu figürleri çok iyi bilmesi ve uygulaması, ona karşı şaşkınlıkla karışık bir hayranlık uyandırmıştı içimizde.  

***

Tarih öğretmenimiz… 

Adeta bir fenomendi. Yürüyüşüyle, konuşma üslubuyla…   

Bekardı. Mide rahatsızlığı vardı. Süt içerdi. Her gün dersin bir anında bakışlarını bir öğrencinin üzerine diker:  

“Sizin evde inek var mı? Süt lazım da… Parayla tabi…” 

Ücretsiz kabul etmezdi.  

“Midem rahatsız da… Süt içmem lazım.” derdi.

Bakkaldan en çok aldığı ya da aldırdığı şey de bisküviydi.  

Bir gün koltuğunda kalın bir kitapla gelmişti.  

“Bozkurtlar/Atsız…”

Ben "Bozkurtlar/Atsız"ın bir roman adı olduğunu düşünmüştüm uzun yıllar.  

Bende derin izler bırakan bu romanı unutamadım. Liseye başladığımda büyüklerimden habersiz, daha doğrusu gizli aldığım ilk romandı.  

“Atsız”ın romanın ismi olmadığını, Türkiye’deki Türkçülük akımının ana aktörlerinden Nihal ATSIZ olduğunu da çok sonraları anladım.  

Bozkurt simgesinin Türk ülkücülüğünün sembolü olduğunu da sonraları öğrenecektim.     

Türkler’in Ortaasya’daki atalarının romanıydı.   

Her gün, okuması ve sesi düzgün bir arkadaşımız, dersin belirli bir kısmında yüksek sesle romanı okuyordu.   

Nasılda çarpılmıştım. Türklerin Ortaasya bozkırlarındaki göçerliklerine duyduğumuz özlem ortaktı.  

Işbara Alp, Çalık, Yamtar, Pars, Çuluk, Gök Börü,  Bağatur gibi Türk isimlerini ilk defa duyuyorduk.    

Atalarımızın geleneksel içkisi olan ve kısrak sütünden yapılan kımızı da…

Ve dahi Şamanizm’in Ortaasya Türkleri’nin dini olduğunu da…  

Türkçe ve Sosyal Bilgiler hocalarımızın hayatımıza kattıklarının, Türk Milliyetçiliğine dair bir zihin oluşturma çabası olduğunu sonraları sezebildim.   Zira gerek Bozkurt figürü, gerekse Şeyh Şamil ismi, Türkiye’deki ülkücü hareketin temel moral değerlerindendi. Türk ülkücülüğünü var eden efsanelerden…    

Şeyh Şamil, zulme karşı koyandı. Rus zulmüne…  

Bozkurtların Ölümü romanı da Ortaasya Türklerinin içine düştükleri bunalımları ve bu bunalımdan çıkma çabalarını anlatıyordu. 

Tarihi yenilmişlikler  ya da mağduriyetler üzerinden ideolojik bir kimlik üretme çabasıydı söz konusu olan. 

*** 

Üçüncü ve son sınıfa geçtiğimizde dükkanımızı da okulumuzun bulunduğu binadan taşımak zorunda kalmıştık. Dükkandan boşalan yer, okulumuzun müdür odasıydı artık. 

*** 

Üçüncü sınıfın açılmasıyla birlikte branş öğretmenlerinin sayları da artmıştı.  

Öğretmenlerin politik kimlikleri de çeşitlenmeye başlamıştı bu arada.  

Öğretmenlerimiz halk arasında, hatta bizim aramızda da ideolojilerine göre değerli oluyorlardı. Kahramanlaşıyorlardı… kahramanımız oluyorlardı. 

Zira öğretmenler, şahsiyetleri üzerinden değil, aidiyet ilişkisi içinde oldukları ideolojileri üzerinden kendilerini üretiyorlardı.  

Bu gün geldiğim noktadan baktığımda görüyorum ki sadece bizim okuldaki değil, ülkedeki öğretmenlerin çoğu, kendi ideolojilerini öğrencilerine aktarmanın derdine düşmüşlerdi. 

Ortak insanlık değerleri yoktu gündemde…  

Ülkede yaşayan tüm insanların ortak değerleri üzerinden şekillenmiyordu ilişkiler. 

Aydınlar vardı… ilericiler… Atatürkçüler… devrimciler… 

Karşısında da gericiler… şeriatçılar… halk düşmanları… faşistler… 

Yok edilmesi gerekenler!.. 

*** 

Kırk yıl sonra bu iki ana damar halâ diri… Ve bir birine düşman… 

Hala bir taraf vatanı satıyor!.. gericileştiriyor!.. cemaatleştiriyor!..   

Diğer taraf da ülkeyi  tek tipleştiriyor!.. dinsizleştiriyor!..   

*** 

Ülkede “öğretilmiş” düşmanlıklar hüküm sürmede  halâ!..


Yorumlar - Yorum Yaz
Hava Durumu
Saat